Sevgi... Gençken içimizde kıpırdanan, fakat bir türlü ayrıntısını bilmediğimiz bir his... Bunun kafamda netleştiğine emin olduğum zaman yirmi bir yaşındaydım. 1800’ lerde yazılmış bir romanda anlatıldığını çok net hatırlıyorum. O kadar yoğun ve ayrıntılıydı ki, kalbimin tam ortasına kaynar su dökülmüş gibi kendimi geriye doğru çekip ellerimle sıkıca göğsüme bastırmıştım.
Nedensiz kendini iyi hissetmek beni şaşırtmıştı. Belki de böyle güzel bir hissi, hemen yaşama isteğiyle dolup taşmıştım. İstanbul gibi bir şehirde kendimi bunca zaman yalnız hissedişim, Kadıköy vapurunda uzun uzun denize bakıp müzik dinleyişim... Hayatın tatsızlığıyla yutkunurken, bu sevgi denen histen haberim yokmuş.
Romanın sonu kötü bitmesine rağmen, sevginin o merak uyandıran yüzü aklımdan çıkmıyor. Bir insanı sevmek ve hatta onu ondan bile fazla düşünmek... Kendini görmekten alamadığın bir kabus gibi..
Peki, ben ne kadar sevmiştim? Yüzbinlerce kişinin içerisinde, biriyle göz göze geldiğinde bunu nasıl anlayabiliyorsan; sanki bu durum bilinç altında saklıymış ve birdenbire ortaya çıkıvermiş gibi... En azından benim için öyle oldu diyebiliriz.
Sevginin verdiği enerji ile olsa gerek nereye baksam bana renkli ve güzel geliyordu. Kuşların kanat çırpması, simit yiyen çocuklar ve beni fark etmeseler bile yanımdan geçip giden insanlar. Durup dururken nasıl sıkılabiliyorsam, bu sefer de iyi hissediyorum.
Romanın sayfalarında yazılanlar aklıma geldikçe sonunu düşünmeden hayatıma devam etmek istiyorum. Sevginin aynı zamanda bir uyum olduğunu, sevginin karşılığının da ne kadar önemli olduğunu okumuş bile olsam umursamamaya, görmezden gelmeye çalışıyorum.
Lento Dergisinde Yayınlanmıştır.
Yorumlar