Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Simsiyah Bir Başak

Henüz akşam üstünün maviliği Kadıköy’ deki binalardan sokaklara doğru kayarken kırmızı ışıkların hakim olduğu kasvetli bir kafenin kapısından içeriye giriyorum. Etraf küçük vazolarla dekore edilmiş, içlerinde kirli altın, siyah ve kırmızı başaklar duruyor. En sol vazoda duran siyah başağın boynu hafif arkaya doğru kalkık, gözlerini bana dikmiş gibi.. Evet, gözleri olan bir başaktan söz ediyorum.  Sağa sola açılan tohumları parlak saçlardan oluşuyor. Siyah ve yansıyan kırmızı ışığın karışımı o kadar güzel ki.. Kahvemi yudumlarken gözlerimizi birbirimizden ayırmıyoruz. Kafenin küçük radyosunda birden Nick Cave, ‘Into my arms’ çalmaya başlıyor. Yerimden doğrulup vazoyu elime alıyorum. Etraftaki bazı gözler bizim üzerimizde..  Vazoyu hafifçe masama koyuyorum. Kırmızı ve siyah ortak yönlerimiz.. Dikkatli baktıkça yüzü daha belirginleşiyor. Dudaklarının arasındaki ince siyah çizgi hiç bozulmayacak, konuşmamız gerekmeyecekmiş gibi.. Kahvenin yoğun tadı, Nick Cave, siyah bir başak ve karanlık

Adamın Birinden Büyümeye Çalışan Çocuğa Mektup

Çocuk! Biz küçükken anlaşılmadığımızı söyleyip, büyüyünce seni anlayamadığımız.. Yapamadıklarımızı içimize atıp, büyütürken sırtına beceremediğimiz ne varsa yüklediğimiz çocuk.. Sırtlama çocuk! Taşıma, örtme, görmezden gelme, at yere, bırak dökülsün tüm saçmalıklarımız. Bizler daha kim olduğumuzu bilmeden sana kişilik dersi vermeye çalışan kimliksizleriz. Evet, senin için çevremizdekilere benim çocuğum diye böbürlenip, kapalı kapılar ardında azarladığımız çocuk.. Hey çocuk! Peki, sen bu olan bitenlerden sonra dünyaya ne kadar anlam verebildin? Sen ağlayınca ‘Sus!’, sen gülünce ‘Şımarma!’ dediğimizde hayat sana ne kadar mantıklı geldi? Biz sarılmayı ne kadar becerdik ki, senden bunu istedik.. Kendimize ne kadar saygımız var da, senden saygı bekleyip homurdandık.. Şimdi hatırlıyorum da, ben küçükken ilgisizliğe karşı tepki olarak yaramazlık yapardım. Seni yetiştirmek adı altında dış dünyadan koruduğunu sanıp eve kapattık, fakat sana hayatı anlatma kısmını umursamadık. Bak çocuğum, senin

Mutluluk Denen Şey

Hey sen! Sana o kadar tahammül edemiyorum ki, anlattıklarını daha fazla dinlememek için kendimi daha gariban hissettiğim kaldırım taşlarıyla çevrili sokaklara atıyorum. Tahammülsüzlüğümün nedeni senin mutlu olman, benim ise öylesine bir mutsuz.. Üstelik dişinin arasına sıkışmış geceden kalma bir mutluluk parçası görüyorum. Parlıyor, gözümü alıyor, bana iki saniye içinde hayaller kurduruyor. Kendi yakamı çekiştirip, şanssızlığa lanet okuyup, uzaklaşmak istiyorum. Ne haldeyim görüyorsun. Sendeki bu rahat tavırlar beni sinir ediyor. Nedir bunun adı.. Mutluluk sakinliği mi.. Kendine bir içki doldurup gözlerin kısık bir şekilde, 'hiç değişmeyeceksin, değil mi?' diyorsun. Oysa ki mutlu olmak için neler yapmadım ki.. Kendimi olduğumdan daha farklı göstermek için yaptığım tüm numaralar beni bataklıkta koşan bir soytarı durumuna düşürdü. Evet, ulaşamayacağım bir çok kadının çantasına tutunup savrulduğum doğru, daha da kötüsü takım elbise kiralayıp karşılarına çıktığımda beni garson zann

Çok Net Hatırlıyorum

Sevgi... Gençken içimizde kıpırdanan, fakat bir türlü ayrıntısını bilmediğimiz bir his... Bunun kafamda netleştiğine emin olduğum zaman yirmi bir yaşındaydım. 1800’ lerde yazılmış bir romanda anlatıldığını çok net hatırlıyorum. O kadar yoğun ve ayrıntılıydı ki, kalbimin tam ortasına kaynar su dökülmüş gibi kendimi geriye doğru çekip ellerimle sıkıca göğsüme bastırmıştım. Nedensiz kendini iyi hissetmek beni şaşırtmıştı. Belki de böyle güzel bir hissi, hemen yaşama isteğiyle dolup taşmıştım. İstanbul gibi bir şehirde kendimi bunca zaman yalnız hissedişim, Kadıköy vapurunda uzun uzun denize bakıp müzik dinleyişim... Hayatın tatsızlığıyla yutkunurken, bu sevgi denen histen haberim yokmuş. Romanın sonu kötü bitmesine rağmen, sevginin o merak uyandıran yüzü aklımdan çıkmıyor. Bir insanı sevmek ve hatta onu ondan bile fazla düşünmek... Kendini görmekten alamadığın bir kabus gibi.. Peki, ben ne kadar sevmiştim? Yüzbinlerce kişinin içerisinde, biriyle göz göze geldiğinde bunu nasıl anlayabiliyo

Kadın

Sabahın erken saatleri.. Evin kapısı sertçe çarpıyor. Gecenin mavisinin gri renge dönüştüğü o tipik anlar.. Çöp arabaları geceden kalanlarla dolu bir halde uzaklaşıyor. Aynada genç bir kadının yüzü.. Biraz sessizlik. Eli makyaj çantasına uzanıyor.   Yüzündeki yaşanmışlığı unutmak istercesine göz kalemini dikkatle kullanıyor. Saçlarını darmadağın olmuş hislerine inat tarayıp topluyor. Gardırobunda yaşamın tüm renkleri var. Seçiyor, özenle ütülüyor. Hepsinin etiketinde aynı yazı, ‘Namus’.   Evden çıktığında dik ve kendinden emin bir şekilde işe doğru yürüyor. Bu kadını izleyen yüzlerce göz.. Bazı adamların ise ağzı çamurlu.. Ellerinde filelerle alışverişe giden teyzeler ona bakıp fısıldaşıyor. Aldırış etmemeli.   Vapurda karşısında oturan bir başka kadının çocuğu ona yaklaşıp gülümsüyor. İçi bir anda ısınıp onu kucağına alıyor. Yüzündeki gülümseme tüm olanlara rağmen içten ve samimi..   Vapurdan indiğinde kendini daha iyi hissediyor. Kendisinin dünyaya bir çocuk getirebilecek güce sahip